Lâik hukuk insanların bir toplum olarak birlikte yaşama ihtiyacından doğan, kaynağını doğrudan insan aklından alan, toplumsal gereksinimlere göre değişebilen, evrensel nitelikte genel geçerliliğe sahip olduğu kabul edilen hukuk anlayışıdır.
Laiklik Nedir?
Lâiklik, genel anlamda din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, dinî inançların devlet yönetiminde ve siyasette rol oynamaması esasına dayanır. Lâiklik, Ahmet Taner Kışlalıya göre; toplum ve devlet düzeninin akla ve bilime dayandırılması, toplumsal yaşamın ve devletin kurum ve kurallarının dine dayalı olması zorunluluğunun bulunmamasıdır. İbni Haldun, devletin varoluşunu ve toplumların evrimini Tanrısal iradeye değil toplumsal ve ekonomik nedenlere dayandırarak açıkladı.
Bir genel tanıma göre Lâiklik, devletin din ve vicdan hürriyetini tanıması demektir. Koymuş olduğu yasalarla, din ve vicdan hürriyetinin yaşanmasında yardımcı olması demektir. Lâiklik, yaygın bir tanıma göre, din ile devlet ve dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Bu tanımdan hareket edildiğinde, din ve devletin birbirleri üzerinde hükmetme çabası içinde bulunmaması gerektiği biçiminde yorumlanır. Türkiye’de lâiklik, aynı zamanda antiemperyalist bir mücadeledir. Atatürk’e göre lâiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir.
Türkiye, ulusal bir devlet olarak kurulmuştur. Yani toplum, kendi kaderi hakkında karar verebilme erkine sahiptir ki; buna “Türk Ulusu” denir. Ulus (devletin) ne bir tebaası ne bir ırk, ne de bir ümmettir. Ulus, haklarını akla göre düzenleyen toplumdur. Bu bakımdan egemenliğin kayıtsız şartsız ulusun olması demek, devletin “lâik” olması demektir. Bazı çevreler, Türk Hukuku’nda lâikliğin bir tanımının olmadığını iddia etmektedirler. Oysa Anayasanın 24. maddesi, lâikliği, rasyonalist felsefenin çözümlemesine göre tanımlamıştır:
Laik Hukuk Sistemi
Lâik hukuk sistemi, Laik ahlakın bir sonucudur. Laik ahlak anlayışı beraberinde ‘lâik hukuk’ sistemini getirmiştir. Lâik hukuk, her çeşit dinsel veya felsefi inanç sistemlerine eşit yaklaşım göstermektedir. Bununla birlikte sahip olduğu bu nötr durumu devam ettirebilmesi için dinsel veya dinsel olmayan inanç dizgelerinden herhangi bir tanesinin mevcut hukuk sistemini etkisi altına almasına karşı çıkar. Laik ahlak kişiye özgü bir tavır olarak, lâik hukuk ise devletin tüzel kişiliğine özgü bir duruş olarak tanımlanabilir.
Lâik Hukuk, din, felsefi inanç vaya inançsızlık, dil, etnik köken, mezhep veya cinsiyet gibi hiçbir fark gözetmeksizin bütün yurttaşların karşısında eşit mesafede yer almaktadır. Tarih boyunca değişik ülke ve uygarlıklardan farklı düşünürlerin etkinlikleri sonucu ortaya çıkmış olmakla birlikte Batı’da, önce Fransa’da biçimlenmiş ve oradan dünyaya yayılmış olan lâiklik, Rönesans ve Aydınlanma Çağı’nın eserlerinden birisidir.
Aydınlanma Çağı ve Lâik Hukukun Yeniden Doğuşu
Aydınlanma, Kant’ın ifadesine göre, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin olamama durumundan kurtulmasıdır. Aydınlanma düşüncesinin temel parametreleri “akıl”, “birey” ve “özgürlük”tür.
John Locke, İngiltere’de Avam ve Lordlar Kamaraları teşkilat kanununun meydana gelişinde en büyük rollerden birisini oynamış, yasama ve yürütme güçlerinin ayrılığı ilkesini savunmuştur. Düşünce özgürlüğünü, eylemlerimizi akla göre düzenlemek anlayışını en geniş ölçüde yayan ilk düşünür olduğu için Avrupa’daki aydınlanma ve Akıl Çağı’nın gerçek kurucusu olduğu kabul edilir. Mutlakiyet yönetimlerini ilk sarsan kişi olup İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerinin temelini oluşturan filozof olarak akıllara yer etmiştir.
Locke, Montesquieu’dan önce, yönetimin mutlak gücünün liberal ve eşitlikçi bir çerçevede ele alınarak mutlaka belirli bir düzeye indirilmesi gerektiğini ve bunun ancak kuvvetler ayrılığı ilkesiyle gerçekleştirilebileceğini savunmuştur. Locke’un yasama ve yürütme güçlerinin birbirinden ayrılığı olarak açıkladığı kuvvetler ayrılığı ilkesi; Montesquieu tarafından yasama, yürütme ve yargı güçlerinin ayrılığı olarak geliştirilmiştir. Kuvvetler ayrılığı ilkesi liberal ve lâik felsefenin bir ürünü olduğu gibi bunun yanı sıra, bugün anladığımız anlamıyla “insan hakları”, düşünceleriyle Aydınlanma Çağı’na damgasını vuran John Locke düşüncesinin bir ürünüdür.
Hugo Grotius (1583-1645) yılları arasında yaşamış ve doğal hukuk öğretisiyle ün kazanmış olan ünlü Hollandalı düşünür, hukuk alanında, Descartes bilgi felsefesiyle modern düşünce açısından ne kadar önemliyse, o kadar önemlidir. Grotius, Descartes’ın bilgi alanında gerçekleştirdiği şeyi, hukuk alanında yapmıştır. Başka bir deyişle, nasıl ki modern felsefenin kurucusu olan Descartes, kuşku yoluyla bilgiyi teolojik-skolastik tasalluttan kurtararak özneden yola çıktıysa, aynı şekilde Grotius da hukuku, Tanrı iradesi karşısında bağımsız ve nesnel bir kurum olarak öne sürmüştür.
Felsefenin ben’den, süje’den başlaması; teleolojik düşünceyi bırakıp doğayı kendisiyle kavramaya dayanan mekanizm’i savunması gerektiği düşüncesi Descartes tarafından ilk defa öne sürüldügü tarihten bu yana geçerliliğini korumuştur.
“İnsan aklı hukukun kaynağıdır. İnsan, hiçbir aracıya gereksinim duymadan kendi aklıyla evrensel adalet ilkesini anlar ve içeriğini kavrayabilir. Herkes kendi aklıyla evrensel hakikatlere ulaşabilir. Herkesin eşit bir biçimde algıladığı adaletin değerinin güncelleşmesi, hukuk haline dönüştürülmesi siyasal faaliyettir. Bu çalışmayı herkes eşit bir biçimde yürütecektir, çünkü herkes akıl sahibidir ve insanlar arasında doğuştan hiçbir fark yoktur. Eşit algılama ve eşit kavrama, eşit yönetimi gerektirir. Algılama, kavrama ve yürürlüğe koyma işleminde kral ve papaza gereksinim yoktur. Krala ve aristokratlara gereksinimin olmaması demokrasi, papaza gereksinim duyulmaması ise lâikliktir.”
Akılcılık, bilimcilik ve gerçekçilik, ancak lâik bir hukuk düzeninde mümkündür.